AKP’nin Dengeleme Politikasında Yeni Perde: Şanghay İşbirliği Örgütü

AKP’nin Dengeleme Politikasında Yeni Perde: Şanghay İşbirliği Örgütü

“AKP’nin dengeleme politikası bu döneme has olmadığı gibi TC devletine de has değildir; Osmanlı devletinin kuruluşundan beri merkezi bir politika olarak günümüze kadar etkinliğini korumuştur.”

18 Ekim 2025

Eylül başlarında Çin’de gerçekleşen Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ)’nün toplantısına katılan R.T.Erdoğan’ın; NATO, ABD veya AB devletleriyle her sorun çıktığında alternatif olarak gösterdiği bu örgütten umduğunu bulamasa bile yine de bu katılımıyla dengeleyici politikasını sürdürmekte kararlı olduğunu gördük.

Özellikle “Kürt sorunu” bağlamında Rojava’daki kazanımları bertaraf edemeyen AKP’nin, Kürtlerin bölgesel ve küresel çaptaki güçlenme ivmesinin önüne geçemeyişi, “muhafazakâr demokratlık” görüngüsü altında devleti tam tarikatlaştıramaması ve yine bu sorunlarla bağıntılı derinleşen ekonomik krizle başedememesi sebebiyle daha etkili ve agresif bir dış politika hattına geçiş yapmıştır.

Eski MİT Başkanı Hakan Fidan’ın Dışişleri Bakanı olarak atanmasıyla birlikte bu aktif ve agresif dış politikanın ana eksenlerinde yola devam edileceği kararlılığını görmüş olduk. İşte bu dış politik eğilimlerden birisi olan -Osmanlı Devleti’nden miras kalan- dengeleme politikasında yeni bir perdenin göstergesi olarak R.T.Erdoğan’ın ŞİÖ’ye katıldığı söylenebilir.

AKP’nin dengeleme politikası bu döneme has olmadığı gibi TC devletine de has değildir; Osmanlı devletinin kuruluşundan beri merkezi bir politika olarak günümüze kadar etkinliğini korumuştur. Osmanlı, Doğu ile Batı, Müslümanlar ile Hıristiyanlar, Sünniler ile Şiiler (Aleviler), Bektaşiler ile Bektaşi olmayanlar, devşirmeler ile devşirme olmayanlar, ulema ile umera (ruhban sınıfı ile komutan/emir sınıfı) vs. arasında dengeleme politikasını gözeten merkezi politikasını, parçalandığı döneme kadar hakim kılmıştır.

Elbette bu dengeyi her zaman sağlayamamış ve Doğuda Şii İran devletiyle, Batıda Hıristiyan devletlerle, Güney’de Sünni devletlerle sık sık savaşırken; içte sürekli isyanlar gerçekleşmiş ve bazı isyanlar büyük katliamlarla sonlandırılabilmiştir.

Ancak yine de Osmanlı saltanatı, bozulan her dengeyi yeniden tesis etmek ve rakip/tehdit olabilecek her gücü dengelemek için azami ve daimi çaba sarfederek devletin altı yüz yıldan fazla -Ortadoğu gibi bir bölgede- yaşamasını sağlayabilmiştir.

Bu dengeleme politikasını miras alan Kemalistler, devleti bu eksende yapılaştırırken, dönemin hegemon güçleri olan İngiltere ve Fransa’nın Rus Çarlığı’yla olan gerilimlerinden faydalanıp kurdukları yeni devletin ve rejimin yüzünü Batıya çevirmişlerdir. “Batıcı eksen”de devleti kurumsallaştıran Kemalistler öncelikle Kürtleri ve Selefi Sünnileri bastırıp, bu iki potansiyel güce karşı milliyetçilik ve laiklik doğrultusunda dengeleyici ve dengelemenin yetersiz kaldığı durumlar için baskılayıcı mekanizmaları kurumsallaştırdı.

1917 Ekim Devrimi ve 1949 Çin Devrimi ile iki kutba bölünen dünyada, Batı emperyalist kampın tarafında yer alan Kemalistler, SSCB’nin nimetlerinden faydalanmayı ihmal etmedikleri gibi (silah, para yardımı ve fabrika kurmak gibi), II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında da iki kutup arasındaki dengeyi Batıcı Blok’tan kopmayacak düzeyde korudular.

NATO’nun sınır karakolu misyonunu 1990’lara kadar koruyan TC devleti, bu misyona rağmen, Rus Sosyal Emperyalizmi (RSE) ve müttefikleriyle gerilimi tırmandırmaktan kaçınan bir dış politikayı ve dengelemeyi esas almıştır. Zaman zaman Adnan Menderes gibi bu dengeyi RSE lehine bozma girişimleri olsa da bunlar TC devletinin NATO’ya bağlı ve bağımlı niteliğini koruyan bir dengeleme politikasıyla Ortadoğu’da konumlanmasını engellemedi. Özellikle Kürt sorunu ve Selefi Sünni tarikatlara/örgütlere karşı küresel ve bölgesel bloklarla kurduğu ilişkilerle setler oluşturan “Kemalistlerin TC devleti”, beka sorunu olarak gördüğü bu iki soruna karşı içte de daima baskıyı esas alan bir “tamamlayıcı” politikayı diri tutmuştur.

Bu çerçevede “Doğucular” ile “Batıcılar” arasındaki gerilimlerden sık sık faydalanmayı ve böylece devletin temellerinin sürekli sağlamlaştırılmasını esas alan TC devleti, Sünnilerle Alevileri, Müslümanlarla Hıristiyanları, devletçi Kürtlerle devletçi olmayan Kürtleri vs. dengeleme politikasının unsurlarına dönüştürürken, Selefi Sünnileri laiklikle, Kürt isyanlarını milliyetçilikle bastırmıştır. Böylece devletin dengesini koruyan merkezi bir politikayı üniter/merkeziyetçi eksende korumayı esas almıştır.

Dengeleme politikasını, mekanik bir uygulama olarak düşünmemeliyiz. Oldukça değişken olabilen güç dengelerinde, küresel, bölgesel ve yerel bazda etkili olabilmek için gücü temerküz eden odaklar arasındaki ilişkileri gözeten ve mevcut gücünü, temellerini korumaya yönelen tüm yöntem araç ve mekanizmalarını bu politikanın esası olarak değerlendirebiliriz. Ekonomik, politik, askeri, sosyal, tinsel güçlere bölümlenen toplumsal gücü temerküz edebilen kabile, aşiret, tarikat, dini-siyasi örgüt, siyasi parti, vakıf vb. kurumlar, etnik ve dinsel kimliklere dayalı biçim alan bir iktidar odağına dönüşüp sınıf karşıtlığına dayalı ilişkilerin gölgede kalmasını sağlayabiliyor.

Ortadoğu ve Türkiye’deki politik arenalarda sınıf savaşına dayalı güç/iktidar ilişkileriyle etnik ve dinsel kimliklere dayalı güç ilişkileri iç içe geçtiğinden dolayı bu bölgeler “böl-parçala-yönet” politikasının kadim ve öncelikli uygulama alanı olagelmiştir. Demografik açıdan oldukça karmaşık olan Ortadoğu ve Türkiye’de devletler (Osmanlı-TC devleti) bu karmaşık demografiye ve politik arenalara uygun dengeleyici politikaları merkezi düzeyde önemsemeseydi muhtemelen varlığını sürdüremezdi.

“AKP’nin TC devleti”nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin ürünü olarak politik arenalarda öne çıkmasıyla birlikte, Cumhuriyet tarihi boyunca bir kesim Türk hakim sınıflarının temsilcisi olan Kemalistlerle baskılanan Selefi Sünni kanat (ya da Anadolu Kaplanları), hükümet olmanın avantajını yakalayarak kadim hasmı-rakibi Kemalistleri ve onların partisi CHP’yi adım adım zayıflatmayı esas aldığından, önce Fethullahçı cemaatle Kemalistleri dengelemeyi esas aldı.

TC devletinin/komprador büyük burjuvazinin dengeleme politikasını içte ve dışta esas alan AKP, arkasına aldığı ABD ve AB ile bölge devletleriyle dengelerini yeniden düzenlemeye girişirken; içte, Kemalist cephenin ana kolları olan CHP’nin zayıflatılması suretiyle devletin içerisindeki dengeleri kendi lehine çevirmeyi esas aldı. Oldukça uzun ve gerilimli süren bu yönelim, NATO’nun Gladio ve uzantılarının (Ergenekon vb.) tasfiyesi politikasına eşlik eden askeri vesayetin zayıflatılması girişimlerinin Türkiye’ye yansımalarıyla birlikte (AKP’nin dengeleri lehine çevirmesini de sağlayarak) daha çok hızlandı. Ergenekon’un tasfiyesi, askeri vesayetin zayıflatılması, yargının ele geçirilmesi, eğitim kurumlarıyla aile kurumunun önemli oranda muhafazakârlaştırılması vs. derken, hızla dengeleri yeniden düzenleyen AKP, Fethullahçı cemaatle iktidar dalaşına girince, hayallerine ve planlarına ara vermek zorunda kaldı.

Ancak bu dalaştan güçlenerek çıkan AKP, devlete daha derin kök salarak yeni dengeleri hakim kıldı. Tarikatlar arası yeni dengelemeleri, kendine bağımlılık ekseninde yeniden düzenleyen AKP, yargı, ordu, bürokrasi ve polis/istihbarat alanlarındaki yayılmasına hız verirken; eğitim dolayısıyla yeni nesli kendi kimliği/hedefleri doğrultusunda daha hızlı değiştirmeye yöneldi.

İlk günlerin demokratik maskesini hızla atan AKP, dengeleme stratejilerini terk ederek, Kürtlerin ve Hıristiyanların bu toprakların kadim halklarından olduğu gerçekliğini “tek bayrak, millet, devlet” sloganıyla yeniden kenara attı.

Yeni ve adı süreç olmayan “süreç” ile birlikte bin yıllık “kardeşlik” adı altında sömürgeciliğin meşruiyeti ve manipülasyonu öne çıkmış durumdadır. Bin yılın ya da en azından yüz yılın özeleştirisini veremeyen bir iktidar odağının barıştan söz etmesi ne kadar anlamlı ve samimi olabilir? Bu açıdan yeni “süreç”in de yeni bir dengeleme yönelimi olarak okunması daha uygun olacaktır.

ŞİÖ, Türk burjuvazisinin “yarasına” merhem olmayacak

Bölgesel ve küresel gelişmeler bağlamında Kürtlerin güçlenmesi olgusuyla baş etmekte zorlanan AKP, Kürtleri -istediği oranda- devlete eklemleyemeyince, yeniden saldırganlık stratejisini öne çıkarttı ve Kürtleri masada daha azına razı etmeyi esas alan “ikinci süreç”in altyapısını hazırlamaya başladı. Bu çerçevede bölge devletleriyle -özellikle Irak’la- ittifak kuran TC devleti, NATO’dan ve AB devletlerinden Kürtlere karşı istediği desteği alamadığından, bu hınçla, sık sık ŞİÖ’yü alternatif olarak koz şeklinde öne sürdü. Ancak hala bu koz işe yaramış gibi gözükmüyor.

“AKP’nin TC devleti” buna rağmen bu kozun etki gücünü artırabilme ve zaman geldiğinde kullanabilme umuduyla bu alandaki girişimlerini sürdürüyor. R.T.Erdoğan’ın son ŞİÖ toplantısına katılmasını bu çerçevede değerlendirebiliriz.

ŞİÖ, 1996 yılında beş devlet tarafından (Rusya Federasyonu, Çin, Kırgızistan, Tacikistan, Kazakistan) kurulduysa da aktif hale gelmesi, V.İ.Putin’in devlet başkanı olmasından sonra mümkün olmuştur.

Bu tarihten sonra 2001’de Özbekistan, 2017’de Pakistan ile Hindistan, 2021’de İran, 2024’te ise Belarus üye olmuştur. Böylece dokuz üyeli ŞİÖ, dünya nüfusunun yaklaşık % 43’ünü, dünya ekonomisinin yaklaşık % 25’ini kapsayan ve NATO’nun en güçlü rakibi olan bir bloka dönüştürmüştür. Batıcı Blok’a karşı Doğucu Bloku temsil eden ŞİÖ, iki kutuplu dönemin (soğuk savaşın) aksine çok yönlü, karmaşık ilişki ağlarına sahip olmayı önemsiyor.

ŞİÖ’nün öncü güçleri olan Rusya ve Çin emperyalistleri, NATO üyesi olan TC devletiyle veya öteki devletler kadar, Batı emperyalizminin tarafında olan Arap Körfez devletleriyle yoğun ticari ve askeri ilişkiler geliştirdi. Özellikle Çin üç ana kola ayrılan Kuşak Yol Projesi için milyonlarca dolarlık yatırımlarla bu yolun güvenliğini sağlamaya yönelik politik-ekonomik ilişkilerini çeşitlendirmeyi esas aldığından, pek çok Batı emperyalizminin taraftarı olan devletle yoğun ilişkiler kurmuştur.

1991’de Rus Sosyal Emperyalizmi’nin yüzündeki maskeyi atmasıyla birlikte yaşanan kısa süreli şoktan sonra -özellikle 2000’lerin başlarından itibaren- pek çok devlet, iki kutuplu ekonomik politik yönelimlerini terk ederek çok kutuplu/çeşitli ilişki ağlarını esas almıştır. ŞİÖ üyesi olan Pakistan ve Hindistan’ın ABD ve AB devletleriyle pek çok askeri, siyasi, ekonomik antlaşmasının bulunması; ABD’ye bağımlı Arap Körfez devletlerinin Çin’in en önemli ticari ortakları arasına girerken hem Çin hem Rusya ile askeri antlaşmalar imzalaması (vs.) bu çerçevede değerlendirilebilir.

Bu konjonktürün, TC devleti ve AKP hükümetine geniş bir hareket alanı yaratmış olduğu malum. Dış politikasını çeşitlendiren AKP, Batılı emperyalizme bağlı ve bağımlı olsa da Çin-Rusya eksenli emperyalist kampın olanakları ile ABD-İngiltere ve AB emperyalistleriyle olan gerilimlerinden faydalanmak ve özellikle Türkiye’nin jeo-stratejik önemini öne çıkartarak iç ve dış dengelerini korumak istiyor. TC devleti iç ve dış dengeleri Kürtler ekseninde kurduğundan, Osmanlı’dan miras kalan dengeleme politikasını Kürt odaklı işlevlendirdiği bu açıdan TC devletinin daha çok daraldığı söylenebilir.

Dünyanın “kenarında”/doğusunda bulunan Japonya ya da kuzeyinde yer alan İsveç gibi ülkeler homojen denilebilecek bir demografik yapıya ve oldukça güçlü denilebilecek ulusal-toplumsal birliğe sahiplerken, Türkiye etnik, dini ve sınıfsal açıdan karmaşık demografik niteliğe sahiptir.

Devletin merkeziyetçi/üniter niteliğini daima güçlendirmesini de bu sorunlarla bağıntılı değerlendirebiliriz. Dengeleme politikasını merkezi düzeyde esas alan bir devletin, merkeziyetçi niteliği demokrasiye dayalı şekilde güçlendirilemiyorsa, demokrasi dışı yöntemler korunur; kutsanır; beka sorunu olarak içselleştirilir.

Gerek Osmanlı gerekse -Kemalistlerin ve AKP’nin- TC devleti, merkeziyetçiliği korumak adına nice baskıyı, asimilasyonu vs. merkezi bir politika olarak uygulamıştır.

Kuruluşundan beri Batılı emperyalistleri esas alan Kemalistlerin (CHP’nin) ve hala aynı kampa yaslanmaya devam eden neo-Kemalistlerin/AKP’nin liberal bazlı bir demokrasiyi esas almakta bile bu kadar sorun yaşaması, özerklik, kültürel haklar, anadilde eğitim, toplumsal cinsiyete dayalı haklar vb. temel insani haklarda bile bölünme fobisini öne çıkartması da devlet mekanizmasının yapısal karakterine dairdir.

Faşizm olarak karşımıza çıkan bu rejim; zaten sağlam olmayan devletin temellerini sürekli onarmak, yenilemek ihtiyacıyla merkezileşmeyi sürekli güçlendirmek zorundadır. Dolayısıyla AKP’nin dengeleme politikasında zorlandığı malum.

Hem içte hem dışta zorlanan AKP’nin Hakan Fidan veya İbrahim Kalın’ın onca koşturmacasına rağmen istediği düzeyi yakalayamamasından ya da tüm dış politikasını Kürtlerin Suriye, Irak ve İran’da güçlenmesini engelleme üzerine kurduğundan, Kürt karşıtlığı ekseninde kurulan devletin temellerinin çökeceğine dair duyduğu büyük korkunun (fobinin) “devlet aklı”nı esir almasından bu merkezi politikadan istediği randımanı alamadığını görüyoruz. Hem kadim hasımı ve “kan davalısı” CHP’yi zayıflatıp ezmek hem de Kürtleri, Türk etnik kimliğinin sınırları içerisindeki taleplere razı ederek “abilik” rolünü oynamak isteyen Türk burjuvazisi, devleti ve dengeleme politikasını “devlet aklı”ndan çıkartıp beka sorununa dönüştürmüştür. AKP’nin bu dengesizliklerle varlığını daha fazla sürdürebilmesi oldukça zor görünüyor.

Dünyanın öbür ucundan ya da bağımlı olduğu Blok’un hasımlarından/ rakiplerinden medet umacak hale geldiği söylenebilir. Ulusal veya toplumsal birlik; uzlaşıya, denkliğe, adalete, ortak yönetime (demokrasiye) ve toplumsal cinsiyet ilişkilerindeki tahakkümün kaldırılmasına dayanır. Oysa, kendi milletine/kimliğine tanıdığı hakları öteki(leştirilen) ulus ve milliyetlere tanımamak süreklileşen bir güçsüzlük ve saldırganlık yaratır.

Dolayısıyla bu stratejik olarak güçsüz ve fakat son derece saldırgan bir diktatörlüğü ortadan kaldırmak için, işçi sınıfı ve emekçi halkı bölen tüm kimliklerin üstünde bir sınıf mücadelesini örgütlemek zorunludur. Aksi takdirde tüm dezavantajlı durumuna rağmen bu çürük sistem yeni ittifaklar kurarak, iktidar trenine bir dönem bir kesimi, başka bir dönem bir kesimi bindirerek saltanatını, sömürüsünü ve zulmünü devam ettirebilecektir.