“Peace in the Middle East” Mümkün mü?
“Barışın sömürücülerden gelemeyeceği gerçekliği bize yerel, bölgesel ve küresel direnişlerin büyütülüp birleştirilmesinin daha çok önemli olduğunu hatırlatmalıdır.”
16 Kasım 2025
Ekim ayının ortalarında Mısır’da 20’yi aşkın temsilcinin düzenlediği “Peace In The Middle East” (Orta Doğu’da Barış) temalı toplantı, Gazze’ye barış getirdiği iddiasıyla imzalanan ortak bir deklarasyonla sona erdi.
ABD Başkanı Donald Trump, öve öve bitiremediği bir toplantıyla, başkan olduğu dönemde yedinci savaşı bitirdiğini iddia ederek Nobel Barış Ödülü’nü talep etmiş; iki yıl boyunca İsrail’in pervasızca saldırılarına, katliamlarına, göç ettirmelerine, işkencelerine kendisinin destek çıktığını “unutmuş” gibi görünüyor. Benzer şekilde 7 Ekim 2023’te İsrail devletinin başlattığı soykırımı koşulsuzca destekleyen AB devletleri, şimdi barış havarisi kesilmiştir. Geçmişleri kan ve sömürüyle örülü bu devletlerin barıştan bahsetmesi, büyük bir tutarsızlık ve ikiyüzlülüktür.
Haliyle bu son toplantının da Orta Doğu’ya gerçek bir barış getirmesinin mümkün olmayacağını söyleyebiliriz. Ki (3 Kasım itibariyle) bu imzanın atılmasının ardından gerçekleştirilen saldırılarda üç yüze yakın Filistinli yaşamını yitirmiş bulunuyor.
Toplantıdan hemen birkaç gün sonra Siyonist İsrail hem Gazze’deki saldırılarına devam edip birçok Filistinliyi ateşkes ve barış söylemlerine rağmen katletmiş; hem de yeniden Lübnan’a saldırmıştır. Barış söylemlerinin ne kadar ciddiye alınabileceğini gösteren bu saldırılar, Orta Doğu’yu, İsrail’i ve ABD emperyalizmini tanıyanlar için şaşırtıcı olmamıştır. Ne zaman barıştan söz açılsa daha fazla kanın döküldüğü bir coğrafyada yaşıyoruz.
Siyonist İsrail devleti, barış ve çözüm istemediğini sadece bugün değil; kurulduğu günden beri sürekli gösteriyor. Söylemde defalarca Filistin’e bağımsızlık ve barış kozunu kullandıysa da, pratikte böylesi bir amacının olmadığını sık sık gösterdi; ki son Gazze soykırımında Netanyahu’nun ağzından bu niyeti açıkça duyduysak da, Trump’ın girişimiyle barış/bağımsızlık kozu yine masada ve sahada etkisini gösterdi.
Trump, doğrudan bağımsızlığı telaffuz etmediyse de her barış söylemi, bağımsızlık tartışmalarını alevlendirmeye yetiyor.
İsrail devleti, 1948 yılında kurulduğunda BM’nin 181 No’lu kararı uyarınca taksim edilen bölgelerle sınırlı kalıp Filistinli Arapların devletini tanıması gerekiyordu. Ancak dönemin hegemon devletleri olan İngiltere, Fransa ve ABD, İsrail’e destek olup Filistin devletinin kurulmasına genel oldular. İsrail, özellikle ABD’nin daimi desteğiyle BM’nin çok sayıda kararını çiğnemeyi adeta devlet politikası haline getirmiştir.
Bugün olduğu gibi dün de BM’yi çiğneyen ve kilitleyen ABD, İsrail devletinin hamiliğini yapmıştır.
Dört kez Arap devletleriyle savaşan İsrail, buna rağmen geri adım atmayarak Filistin devletini tanımamıştır. Dahası yine BM’nin çizdiği 1967 sınırlarını aşarak BM’yi çiğnemiş; sonrasında Suriye’nin su zengini olan ve başkent Şam için jeo-stratejik önemi bulunan Golan Tepeleri’ni işgal ettiği gibi -yine BM kararlarına aykırı şekilde- bu bölgeyi 1981 yılında ilhak etmiştir.
Bu bölge, hala İsrail devletinin elindedir ve HTŞ, Esad diktatörlüğünü devirdikten sonra tampon bölge oluşturmak ve Süveyde’deki “Dürzileri korumak” paravanı altında Golan Tepeleri’ndeki işgalini genişletmiştir.
Bu genişletilmiş işgal de, BM kararlarına aykırı olduğu gibi ABD ve İngiliz emperyalistlerinin desteğiyle gerçekleştirilmiştir.
Siyonist İsrail devletinin bağımsızlık kozunu en etkili ve uzun süreli kullandığı dönem, Oslo sürecidir. 1991 yılında başlayan Oslo süreci ve 1993’te imzalanan Oslo Anlaşması, 1987’de başlayan I. İntifada’yı sonlandırmış ve “Yeni Dünya Düzeni” kurmak isteyen ABD için görece sükûnet sağlanmıştı.
1993 yılındaki mutabakatla İsrail, Filistin devletini tanıyacağını taahhüt etmiştir. Böylece tarihi Filistin topraklarının % 22’lik kısmında kurulacak bir Filistin devleti, dolayısıyla barışın geleceğine dair umut tüm dünyaya yayılmıştı. Gazze’nin % 35’ini, Batı Şeria’nın % 59’unu kontrol etme hakkını elde eden İsrail, bu mutabakata rağmen ve yine BM kararlarına aykırı bir hamleyle, barış görüşmeleri sırasında Batı Şeria’ya onlarca Yahudi yerleşim yerini-üstelik askeri bir strateji çerçevesinde, Filistinli yerleşim yerlerini kuşatacak şekilde- inşa edip işgali fiilen genişletmiştir; ki bu fiili genişletilmiş işgal günümüze kadar sürmüştür. Bu hukuksuzluğa ABD ve AB emperyalistleri elbette yine ses çıkartmamıştı.
Dahası Filistin devletinin resmi olarak tanınması çeşitli bahanelerle sürekli ertelenmiştir. Sonunda 2000’de yine sudan bahanelerle Oslo sürecini bitiren İsrail, Filistin devletini tanımayacağını bir kez daha gösterdi.
Oslo sürecinin başarısızlığına duyulan tepkiyle başlayan II. İntifada’nın sonlandırılması için yeniden bağımsızlık kozu ve barış söylemleri devreye sokuldu. 2001 yılında Afganistan’ı işgal eden ABD, Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) adı altında yeniden dizayn etme yönetiminde, yine bağımsızlık ve barış kozuyla Filistin intifadasını bitirebildi.
“Yol Haritası” adı altındaki görüşmelerde barış umudu yeniden yeşertildi; yine sudan bahanelerle bu süreç de bitirildi.
Bu konjonktürde başkanlığa seçilen Barack Obama döneminde, Orta Doğu’da Müslümanlarla ABD’nin arasını düzeltmek politikası öne çıktığından dolayı Orta Doğu’da Müslümanlarla ABD’nin “arasını” en iyi şekilde düzeltilebilecek olan Filistin sorunu öne çıkarıldı ve Annapolis görüşmeleriyle yine bağımsızlık ve barış kozu öne sürüldü.
Bu sürecin de bir aldatmaca olduğu daha kısa sürede anlaşıldı. 2006 yılında yapılan Filistin Yönetimi seçimlerinde Hamas, birinci parti olarak zafer kazanmış ve Filistin Yönetimi’nin başına geçmeye hak kazanmıştı.
Ancak İsrail, ABD ve AB emperyalistleri yine ikiyüzlülükle demokratik bir seçimi tanımadılar. Dahası Filistin Kurtuluş Örgütü’nün başında yer alan El Fetih’in, Hamas’a saldırmasını (silahlı şiddet uygulamasını) sağladılar. Hamas, Gazze’ye çekildi ve El-Fetih’i Gazze’den tamamen çıkarttı; El Fetih binalarında bulduğu İsrail ile El Fetih arasındaki kirli pazarlıkları/anlaşmaları dünyaya teşhir etti. Bunun bedeli olarak Hamas, Gazze’ye sıkıştırıldı ve 2007’den beri açık hapishaneye dönüşen Gazze’de, diğer direniş örgütleriyle birlikte yoğun ambargo ve saldırılara rağmen direnişi sürdürdü.
İsrail ve ABD’nin Filistin Yönetimi seçimlerinde umduğunu bulamaması üzerine Hamas’a yönelik saldırı ve ikiyüzlülüklerini örtmek için Obama Hükümeti yeniden bağımsızlık ve barış kozunu öne sürdü.
Bir kez daha “bağımsızlık ve barış” kozu devrede
Yıl 2025! Yine bağımsızlık ve barış kozu masada, sahada, dillerde dolanıyor. Bunun da bir aldatmaca olduğunu görmek için yukarıdaki tarih kesitlerine bakmak yeterli. Çünkü 7 Ekim 2023’ten beri süren Gazze katliamında ve yıkımında İsrail devletinin asıl hedefi, tüm Gazze’yi boşaltıp Batı Şeria’yı tamamen işgal etmekti. Büyük bir hışımla giriştiği bu hedefine ulaşamadığı gibi, dünyada daha çok teşhir olup yalnızlaştı.
Kendi güvenliğini sağlama adına daha güvensiz bir ortam yarattı. İşte bu konjonktürde yine hamisi ABD, İsrail devletinin kurtarıcısı olarak devreye girip, dünya kamuoyunun tepkilerini dindirmeye odaklanan bir girişimle barış ve bağımsızlık kozunu öne sürdü.
Bu kozu öne süren ABD’nin son iki yılda Gazze’ye yönelik katliamları desteklemekle kalmayıp silah tedariği de sağladığı hatırlanırsa ikiyüzlülüğü daha net görülür. Afganistan ve Irak’ı işgal eden; son iki yüzyılda onlarca askeri işgal, katliam, darbe gerçekleştiren ABD’ye kim güvenebilir? Haliyle 2025’in barış söylemleri de güven vermiyor.
Barış ihtimali
Yine bu sürecin, öncekilerden bazı farklılıklarının bulunması, Filistinlilerde barış umudunu küçük de olsa yeşertebiliyor.
Filistin devletini tanıyanların ülkelerin sayısı 157’yi buldu. Bu sayı BM’ye üye 193 devletin büyük çoğunluğunu oluşturduğu anlamına gelse de, bütün önemli kararları beş devletin alması ve bu devletlerden tek birinin vetosunun, olumsuz karar için yeterli olması, Filistin devletinin tanınmasını engelliyor.
Ancak bu kez, hemen hemen tüm ülkelerde İsrail devletinin desteklenmesinde ortaya çıkan tutarsızlık, ikiyüzlülük ve sahtekârlıklara yönelik oluşan tepkiler çok daha fazladır.
Gazze katliamının ilk yılında AB devletleri ve ABD’nin Filistin destekçisi göstericilere aşırı şiddet ve baskı uygulaması sonuç vermediği gibi, hükümetlerin kamuoyu desteğinin zayıflamasına sebep oldu; ve AB’nin kurucu-liberal ilkeleri de dahil sorgulanır hale geldi.
Bu durumu düzeltmek zorunda kaldılar. Filistin topraklarındaki İsrail işgalinin en büyük destekçilerinden İngiltere ile Fransa dahi Filistin devletini tanıyan yeni devletler arasına katılarak Filistin lehine önemli bir avantajın geçmesini sağlamışlardır.
Diğer taraftan Filistin direnişi, ABD’nin sürekli teşhir olmasına neden olurken, diğer yandan uzun süredir en büyük rakibi Çin’i tüm araçlarıyla çevreleme hamlelerini ötelemesine neden oluyor. Hatta Orta Doğu’yu Çin sosyal emperyalizmine kaptırma riski giderek artan ABD, Çin’e yoğunlaşmaya öncelik verdiği için Putin’le bile uzlaşma yolunu seçmişken, Filistin devletini tanıyıp, bu sorunun yeniden karşısına dikilmesine engel olmak isteyebilir.
Özgür Filistin’in tek dostu, dünya halklarıdır
Filistin direnişi, en zor dönemlerinden birisini yaşıyor olsa da, küresel boyutta en güçlü desteğe sahip olduğu dönemlerden de geçiyor diyebiliriz. Bu küresel desteğin hükümetleri Filistin lehine harekete geçirmesinin yanı sıra, bölgedeki politik dengeler Çin lehine geliştikçe, “Kuşak Yol Projesi” için çatışmasız/gerilimsiz bir ortam arayan sosyal emperyalist Çin’in, Filistin devletine daha fazla destek vermesi de olasılıklar dahilindedir.
Orta Doğu’da sükûnet için İran ve Suudi Arabistan’ı barıştıran, 14 Filistinli direniş örgütünü Pekin’de bir araya getiren Çin, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki çatışmaları uzatmasından oldukça rahatsızdır. Bu durumda, nüfuzunu Orta Doğu’da son 20 yılda ciddi oranda artıran Çin’in, bir dış destek olarak Filistin devletinin önünü açabileceği öngörülebilir.
Orta Doğu, jeo-stratejik önemi ve kaynakları dolayısıyla son 4 bin yıldır çatışmasız/savaşsız bir mevsim geçirmemiştir. Daha fazla güçlenmek isteyen her devlet bu bölgeyi ele geçirme arzusuyla sürekli savaş başlattığından dolayı, katliamlar, soykırımlar, zorunlu göç, acı, gözyaşı bu bölgeden eksik olmamıştır. Bu durum, direnişlerin de hiç eksik olmamasını sağlamış ve dünyanın en güçlü/kadim direniş geleneklerinden birisinin Orta Doğu’da kökleşip büyümesini sağlamıştır. 20. yüzyıla damgasını vuran Filistin direnişi de bu kadim direniş geleneğinden besleniyor.
Onca katliam, açlık, ambargo, işkence ve baskıya rağmen yurtlarını terk etmeyerek direnişe devam eden Filistinliler, dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir küresel desteğe sahip olmuş ve direniş her zayıfladığında bu küresel destek yeni can suyu olabilmiştir.
İki yıldır süren Gazze soykırımı ve yıkımı, direnişi sonlandıramadığı gibi Filistin’e dair küresel desteğin artmasına sebep olmuştur. Bu durum, hegemonya ve sömürüyle varlığını sürdürenlerin asla gerçek bir barışı getiremeyeceğini gösterirken; bu iktidar odaklarının savaşı, katliamı, baskıyı sonlandırmasını sağlayan küresel halk desteklerinin önemini bir kez daha göstermiştir. Bu açıdan bu bölgesel ve küresel desteklerin daha merkezi, koordineli, istikrarlı hale getirilmesinin bir görev olduğu vurgulanmalıdır.
Dünyanın hızlandığı, toplumlar arası etkileşimlerin devasa boyutlarla bütün toplumları daha hızlı değiştirdiği günümüzde küresel direniş odakları, mekanizmaları iletişim ağları daha fazla/acil olarak öne çıkmıştır. Filistin direnişi gibi çok farklı kesimleri bir araya getirebilen bir odağın bu görevin icrası için birleştirici güç olabileceği de malum.
Barışın sömürücülerden gelemeyeceği gerçekliği bize yerel, bölgesel ve küresel direnişlerin büyütülüp birleştirilmesinin daha çok önemli olduğunu hatırlatmalıdır.