Emperyalist Savaşa, Kapitalist Sömürüye, Faşist Saldırganlığa Karşı GÜCÜMÜZ BİRLİĞİMİZDİR!

Emperyalist Savaşa, Kapitalist Sömürüye, Faşist Saldırganlığa Karşı GÜCÜMÜZ BİRLİĞİMİZDİR!

Gelinen aşamada emperyalist kapitalist sistem temel olmak üzere emperyalistler iki ana kampa ayrılmış durumdalar. Bir kampı ABD, İngiliz ve AB emperyalistleri oluştururken, diğer kampı ise Çin ve Rusya emperyalistleri oluşturmaktadır. Her iki emperyalist kampa yedeklenen bölgesel gerici güçler bulunmaktadır.

5 Kasım 2025

ABD Başkanı Donald Trump 23 Eylül’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na seslendiği konuşmasında “yedi savaş bitirdiğini” iddia edip, “baş barış elçisi” olmakla övünürken gerçekte yeni bir emperyalist paylaşım savaşının hazırlıklarının tüm hızıyla sürdüğünü ifade etmek gerekir. Sosyalizmde yaşanan geriye dönüşlerle birlikte Çin’de Başkan Mao’nun ölümünden sonra kapitalist yolcuların iktidarı ele geçirmesi ve SSCB’de modern revizyonistlerin yüzlerindeki “sosyalist” maskeyi çıkarması sonrasında, ABD emperyalizmi tarafından ilan edilmiş olan “tek kutuplu dünya”nın yerini, “çok kutuplu dünya” almış durumdadır.

Gelinen aşamada emperyalist kapitalist sistem temel olmak üzere emperyalistler iki ana kampa ayrılmış durumdalar. Bir kampı ABD, İngiliz ve AB emperyalistleri oluştururken, diğer kampı ise Çin ve Rusya emperyalistleri oluşturmaktadır. Her iki emperyalist kampa yedeklenen bölgesel gerici güçler bulunmaktadır. Bu emperyalist kamplar arasında çelişki ve mücadele, üçüncü emperyalist paylaşım savaşının ön adımlarını oluşturmaktadır. Emperyalist paylaşım savaşının baş kışkırtıcısı olarak ise ABD ve İngiliz emperyalistleri rol oynamaktadır. Çin ve Rusya emperyalistleri daha çok savunma pozisyonunda bulunmaktadır.

Bu iki emperyalist kamp arasında süregelen rekabet, kendini Ukrayna’da ve Orta Doğu’da vekalet savaşları, ABD emperyalizminin Venezuela’ya yönelik savaş ve askeri müdahale çağrılarıyla ve Uzak Asya’da karşılıklı tatbikatlarla güç gösterisi kuvveden fiile çıkmışsa da süreç sadece askeri anlamda bölgesel savaş, çatışma ve gerginliklerle sürmemektedir. Ukrayna’da ABD, İngiltere ve AB emperyalistleriyle Rusya arasında örtülü olarak süren savaş, -uzatılmış bir savaş olarak- Rusya emperyalizmini yıpratma ve güçten düşürme savaşı olarak ele alınmaktadır.

Öte yandan AB emperyalistleri kendi kamuoylarını “Rus işgali” adı altında paylaşım savaşına hazırlamaktadır. Orta Doğu’da ise başta ABD emperyalizmi olmak üzere batı emperyalizminin, siyonist İsrail’e sunduğu askeri ve istihbarat desteğiyle bölgesel savaş, işgal ve çatışmalar sürmektedir. İsrail’in kendi komşuları başta olmak üzere, İran’a yönelik saldırganlığı emperyalist kamplar arasında yaşanan çelişki ve rekabetten ayrı değerlendirilemez.

Bütün bu bölgesel savaşlarda ve vekalet çatışmalarında emperyalistler bir yandan stoklarındaki silahları eritirken ve “savunma” adı altında silahlanmaya daha fazla bütçe ayırırken (NATO üyesi devletler savaş harcamalarını GSYH’larının yüzde 5’ine çıkarma konusunda anlaştılar. AB emperyalistleri 150 milyar Euroluk bir savaş fonu oluşturdu, 2026 yılındaki askeri harcamalarını 108 milyar euroya yükseltmeyi hedefliyor vb.) diğer yandan yeni ürettikleri silahları denemektedirler. Deyim yerindeyse bu savaşlar, emperyalist silah tekelleri açısından bir laboratuvar işlevi görmektedir. Böylelikle emperyalistler on binlerce insanın katledilmesi, yüzbinlerce insanın yaralanması ve milyonlarca insanın yerinden yurdundan edilmesi pahasına yeni bir paylaşım savaşına hazırlanmaktadır.

Emperyalist kamplar arasında sadece savaşa dayalı bir rekabet söz konusu değildir. Aynı zamanda bu kamplar arasında karşılıklı görüşme ve pazarlıklarla bir “diplomatik mücadele”de söz konusudur. Dolayısıyla içinden geçilen süreci hem askeri olarak emperyalist paylaşım savaşına hazırlık hem de diplomatik müzakereler olarak tanımlamak mümkündür. Nitekim ABD Başkanı D.Trump ile Rusya Başkanı V.Putin arasında gerçekleştirilen “Alaska Zirvesi”nden aylar sonra D.Tump, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ile bir görüşme gerçekleştirmiştir. Kuşkusuz bu görüşmeler kamuoyuna yansıyanların dışında “arka kapılarda” çeşitli diplomatik pazarlıklar kıyasıya sürdürülmektedir.

Öte yandan emperyalistler arasında bir yandan “savunma” adı altında silahlanma yarışı sürdürülürken diğer yandan da başta nükleer silahlar olmak üzere yeni silahların üretilip denendiği ve karşılıklı gerilimin yükselttiği bir sürece girilmiş durumdadır. Nitekim Rusya, 21 Ekim’de nükleer silah başlıklarının da kullanıldığı bir tatbikat gerçekleştirmiştir. Bu tatbikatı 26 Ekim’de uzun süredir tasarlanan nükleer güçle çalışan 9M730 Burevestnik (Fırtına Kuşu) seyir füzesinin test edilmesi izlemiştir. Son olarak Rusya 28 Ekim’de Poseidon adını verdiği yeni bir nükleer güçle çalışan otonom torpidoyu denediğini açıkladı.

Rus emperyalizminin ardı ardına gerçekleştirdiğini açıkladığı bu nükleer denemelere, ABD emperyalizmi yanıt vermekte gecikmemiştir. ABD Başkanı D.Trump, tam da Çin sosyal emperyalizminin temsilcisi Xi Jinping ile görüşmesinden hemen önce sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, “diğer ülkelerin” silah testlerine değinerek şunları yazmaktadır: “Savaş Bakanlığı’na nükleer silahlarımızı eşit şartlarda test etmeye başlaması talimatını verdim. Bu süreç derhal başlayacak.” (30 Ekim)

Emperyalistler TC devletini savaşa hazırlıyor!

Emperyalist kamplar bir yandan kendi aralarında müzakere ederken diğer yandan savaş hazırlıklarını tüm hızıyla sürdürmektedirler. ABD Başkanı D.Trump’ın son Asya gezisi bir yandan en büyük rakip olarak gördükleri Çin’le pazarlık etmekken diğer yandan Japonya gibi müttefikleriyle ilişkilerini tahkim etmek ve kendine bağımlı yarı sömürge ülkelerle ilişkilerini sürece göre yeniden dizayn etmek amacı taşıyor. Benzer bir durum TC devleti için de geçerlidir. Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan’ın ABD ziyaretinde ABD emperyalizminden “meşruiyet alması”nın ardından, İngiltere ve Almanya liderlerinin peş peşe Ankara’yı ziyaret etmesi; emperyalistlerin yeni sürece göre kendilerine bağımlı yarı sömürge devletleri bu sürece hazırlama politikasıyla doğrudan ilgilidir.

İngiliz emperyalizminin temsilcisi Başbakanı Keir Starmer’ın Ankara ziyaretinin amacı “savaş uçağı” satışı olarak açıklansa da meselenin sadece bundan ibaret olmadığı nettir. İngiliz emperyalizmiyle TC faşizminin tarihsel ve güncel ilişkileri düşünüldüğünde, bu ziyaretin amacının daha kapsamlı olduğu ve olacağı açıktır. TC devletinin kuruluşundan günümüze tarihsel pratik bunu yeterince kanıtlamaktadır. Ve son olarak hatırlanacak olursa, TC devleti son olarak Suriye’de İngiliz emperyalizminin çıkarları doğrultusunda birlikte iş tutup, El-Kaide ve IŞİD artığı selefi cihatçı HTŞ çetelerine her türlü desteği vererek, Esad rejiminin devrilmesine yardım etmiştir. Bu anlamıyla İngiliz emperyalizmiyle TC devletinin ilişkileri tarihsel ve köklüdür. Buna bir de İngiliz emperyalizminin Orta Doğu’ya yönelik ilgisi eklendiğinde ziyaretin basit bir savaş uçağı satışı amacı taşımadığı ortadadır.

Elbette bu ziyarette TC devletinin yeni savaş uçağı alımı önemlidir. Türk hakim sınıflarının kendi cephelerinden savaşa hazırlanmalarının bir başka örneğini gösterir. Nitekim İngiltere Başbakanı Keir Starmer’in şu ifadeleri bu ihtiyacı doğrulamaktadır: “Türkiye, NATO’nun güneydoğu kanadı için hayati öneme sahip ve bu nedenle Putin’e NATO’nun her zamankinden daha güçlü olduğu yönünde güçlü bir mesaj gönderiyor.” (27 Ekim)

İngiltere Başbakanı Keir Starmer’in ziyaretinden hemen sonra benzer bir ziyaret Alman tekellerinin sözcüsü Başbakanı Friedrich Merz tarafından gerçekleştirilmiştir. Almanya Başbakanı Friedrich Merz, ziyaretin amacına dair kendi kişisel X Hesabından yaptığı paylaşımda şu ifadeleri kullanmaktadır: “Yeni bir jeopolitik döneme giriyoruz. Bu nedenle stratejik ortaklıklarımızı genişletmeliyiz. Türkiye ile ilişkilerimizin muazzam potansiyelini daha da iyi kullanmalıyız. Burada güçlü bir temel üzerine inşa edebiliriz.” (30 Ekim)

İngiliz ve Alman tekellerinin sözcüleri, emperyalistlerin yeni bir sürece girdiğinden dem vurmakta ve TC devletinin “bir NATO üyesi olarak” önemine işaret etmektedirler. Batı emperyalizminin TC rejimine yönelik artan bu ilgisinin arka planında, emperyalistler arasında yaşanan saflaşmada TC devletinin rolünü ve konumunu yeniden hatırlatmak ihtiyacı olduğu açıktır. Batı emperyalizmi, emperyalistler arası artan kutuplaşmaya paralel olarak, TC devletinin bölgede emperyalizmin ileri karakolu olma misyonunu bir kez daha teyit etmektedirler. Emperyalist tekeller ve onların sözcüleri TC devletini silahlandırarak sadece tatlı kârlar ede etmiyorlar. Aynı zamanda bir NATO üyesi olarak TC’yi silahlandırarak bölgede yeni çatışma ve savaşlara hazırlıyorlar.

TC devletinin son yıllarda özellikle “savunma” sanayi adı altında silahlanmaya yönelik attığı adımların yanında, askeri hastanelerin açılması, 81 ilde sığınak hazırlanması, bakanlıklara bağlı olarak yeni birimlerin vb. kurulması da bu kapsamda değerlendirilmelidir. Yine iktidarın “2026 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi”nde de benzer bir hazırlık söz konusudur. TBMM’de görüşülmeye başlanan bütçeye damgasını vuran savaş hazırlığıdır. Geniş halk kitlelerinin içine düşürüldüğü yoksullukla alay edercesine yeni bütçede en fazla pay “savunma” adı altında silahlanmaya ayrılmaktadır. Bütçe gelirlerinin esas olarak halktan toplanan vergilerle karşılandığı düşünüldüğünde önümüzdeki süreçte halk üzerinde doğrudan ve dolaylı vergi yükünün daha da artırılacağı açıktır.

Dahası 2026 bütçesinde silaha ve savaşa ayrılan payın artırılması demek aynı zamanda halkın en temel ihtiyaçları olan ulaşım, sağlık, barınma, eğitim vb. gibi alanlarda kısıntıya gidilmesi demektir. Bunun anlamı, işçi ve emekçi halkın daha fazla yoksullaşmasının yanında en temel insani ihtiyaçlara ulaşmasının da giderek daha fazla zorlaştırılması ve imkansız hale getirilmesidir. İktidarın 2026 bütçe teklifi, 2026-2028 Orta Vadeli Program (OVP) ile hedeflenen işçi sınıfına ve emekçi halka saldırı, patronlara kaynak aktarımı yönelimiyle uyumludur.

Faşizmin ‘iç cepheyi tahkimi’ ve artan faşist saldırganlık

AKP-MHP faşist ittifakı sadece ekonomik alanda değil burjuva siyaset de dahil olmak üzere herkesi kendi iktidarı arkasında yedeklemek istemektedir. “Cumhur İttifakı” kendi iktidarına biat etmeyenleri ise devlet iktidarının bütün olanaklarını kullanarak faşist terör de dahil olmak üzere yargı aracılığıyla hizaya getirmek istemektedir. Şimdilerde moda deyimle “siyasallaşmış yargı” aracılığıyla ana muhalefet partisine yönelik sürdürülen saldırılar ve “Ankara merkezli siyaset” dayatması bununla ilgilidir.

Elbette “siyasallaşmış yargı” söylemi içi boş burjuva bir söylemdir. Bu gerçeği en iyi coğrafyamız işçi ve emekçileri, komünist ve devrimciler bilmektedir. TC devleti de dahil olmak üzere bütün devlet örgütlenmelerinde yargı örgütlenmesi hakim sınıfların elinde bir baskı aracı olarak kullanılmıştır. Şimdilerde burjuva ana muhalefet partisine yönelik yargı aracılığıyla sürdürülen saldırı geçmişte yargının “bağımsız” olduğu anlamına gelmemektedir. Ancak kabul edilmelidir ki Türk hakim sınıf klikleri arasındaki iktidar mücadelesinde yargı aygıtının geniş kitleler nezdinde bu denli kör göze parmak biçimde kullanılması dikkat çekicidir.

Kuşkusuz meselenin R.T.Erdoğan’ın kişisel iktidarını sürdürmek ve “yeni anayasa” yapmak gibi hedefleri olmakla birlikte esas olarak TC devleti; emperyalist tekeller arasında artan çelişkiye paralel artan emperyalist savaş tehlikesine hazırlık yapmaktadır. Halihazırda Orta Doğu’da İsrail tarafından sürdürülen işgal ve saldırganlığın ortaya çıkardığı sonuçlar, Türk hakim sınıflarını kendi çıkarları için önlem almaya itmiştir. İktidar sözcüleri bu gerçeği her fırsatta dile getirmektedir.

TC devleti açısından “iç cepheyi tahkim” siyasetinin en önemli gündemlerinden birisi Kürt Ulusal Hareketi’ni (KUH) bir tehdit olmaktan çıkarmaktır. Nitekim bu konuda bir yıldır sürdürülen adı konmamış bir “süreç”le birlikte, KUH önemli ve tarihsel adımlar atmış durumdadır. A.Öcalan’ın çağrısıyla kendini feshettiğini açıklayan KUH, son olarak Türkiye’deki tüm gerilla gücünü Medya Savunma Alanlarına geri çektiğini açıklamıştır. KUH attığı bu adım karşılığında ise; “Bu çerçevede PKK’ye özgü Geçiş Hukuku esas alınmalı, demokratik siyasete katılabilmek için gerekli özgürlük ve demokratik entegrasyon yasaları gecikmeden çıkarılmalıdır” talebinde bulunmaktadır. (26 Ekim)

TC devletinin meseleye yaklaşımı açıktır. Süreci “terör” parantezinde değerlendirmektedir. Nitekim gerilla güçlerinin geri çekildiğinin açıklanmasının hemen ardından AKP Sözcüsü Ö.Çelik yaptığı açıklamada; gerillaların geri çekilmesini “ ‘devletimizin nitelikleri’ne ve ‘milletimizin değerleri’ne uygun biçimde korunması ve ana hedefe ilerlemesi yol açıcı olacaktır” değerlendirmesinde bulunmaktadır. (26 Ekim)

KUH yaşananları “demokratik toplum” süreci olarak tanımlarken, TC devleti sözcüleri ise süreci “Terörsüz Türkiye” olarak tanımlamakta ve dahası “devletlerinin niteliklerini” koruyacaklarını açıklamaktadır. TC devleti, Kürt ulusal sorununu KUH’un propaganda ettiği şekilde “demokratik entegrasyon” süreci olarak değil “terörün tasfiyesi” olarak ele almaktadır. TC devleti, faşist niteliğine uygun olarak burjuva ana muhalefet partisi de dahil olmak üzere bütün muhalif güçleri hedef almayı sürdürmektedir. F tipi tecrit ve tretman hapishaneleri yetmediği koşullarda “Kuyu Tipi” Hapishaneler açılmaktadır. Devrimcilere yönelik tutuklama saldırılarının yanında ağır hapis cezaları verilmeye devam edilmektedir. Demokratik siyaset yapanlar dahi “terör”den tutuklamaktadır. Gazetecilere yönelik tutuklama ve hapis cezaları verilmeye ve muhalif medyaya yönelik çökme saldırıların sürdürülmeye devam etmektedir. Böyle bir siyasal atmosferde “demokratik entegrasyon” denilen hedefin yaşam bulmayacağı son derece açıktır.

TC devleti niteliğine uygun olarak adımlar atmakta ve emperyalistler arası paylaşım savaşında kendisine bölgesel planda rol kapmaya çalışmaktadır. Bütün hazırlığı faşist niteliğini tahkim etmeye, içerde ve dışarda saldırganlığını artırmaya yöneliktir. Üniversitelerde artan faşist saldırganlıktan, 11. Yargı Paketi’nde ön görülen yasal düzenlemelere kadar bütün adımlar halka yönelik yeni saldırıların hazırlıklarıdır.

Devrimci komünist hareketin uluslararası alanda yeni bir emperyalist paylaşım savaşı tehlikesine karşı bir konumlanış içerisinde olması ve dahası coğrafyamızda artan faşist saldırganlığa karşı, en geniş çevrelerle birlikte yürümeyi hedefleyen, anti-emperyalist ve anti faşist bir çizgiyi pratikleştirmesi ve bu yönlü ittifaklar hedeflemesi doğru olacaktır.